Hapishaneler ve Suçlular
Suçluları cezalandırmak içim hapishane sistemi dışında nasıl bir sistem tahayyül edebiliriz?
Osmanlı Devleti’nde adından çokça bahsedilen cellatlardan birisi Dördüncü Murad’ın emrindeki Kara Ali idi. Evliya Çelebi Kara Ali’nin portresini çizerken bu alanın üstad-ı kâmilinin o olduğunu, işkence aletlerini kemerine bağlayıp, el ve ayak kıracak baltaları iki yanına sıkıştırıp aynı şekilde kuşanan yamaklarıyla birlikte görkemli bir biçimde dolaştıklarını ve hiçbirisinin çehresinde nur kalmadığını, yüzünde en ufam bir gülümseme olmadığını söylerdi. Vücudu oldukça kaslı ve iri olan Kara Ali kolları sıvanmış olarak, kılıcını beline bağlayıp; kelpeten, burgu, çivi, buhur-ı fitil, semin sünger, talisman, deri yüzecek sıntıraş, polad taş, çeşitli zehirli göz milleri, malafa, çimşir işkence, el ayak kırma baltası…
Hükümlüler ise kurumun fizikî yapısı, kapasite durumu ve güvenlik gerekleri göz önüne alınarak cezaevi yönetimi tarafından belirlenecek sayıda mahkûmun kalabileceği odalarda barındırılırlar. Her hükümlüye yöresel iklime uygun nitelikte tek tip yatak ve yeterli sayıda yatak takımı verilir. Oda ve kısımlarda iklim koşulları göz önüne alına…
Burada iki farklı açıdan cezalandırma sistemi görülebilir, birinci ceza sisteminden ikinci ceza sistemine geçerken bunu insanlığın “medenileşmesiyle” ilişkilendirmek için elimizde tarihin ilerlemesinden daha güçlü argümanlar gerekecektir. Çünkü tarihin ilerlemesi insanlığın ilerlemesi değildir. İnsanlığın medenileştiğini ve daha akıllı olduğunu söyleyecek sebepler bunun için yetersiz kalacaktır. Fiziksel acının sergilenmesinin amacı kralın bir güç gösterisiydi, egemen gücünü böyle gösteriyor ve kral gücünü her defasında tekrardan onaylatıyordu.
Ancak beklenmeyen bir şey oldu…
Ölüme giden ve kaybedecek bir şeyi olmayan insanlar son sözleriyle ve son yaptıklarıyla kalabalıkların dikkatini çeker ve onların sempatilerini toplar hale geldi. Hatta bu konuşmalar en sonunda yazıya dökülüp basılır hale geldi. Bu sebeple bu seyirlik etkinlikler yavaş yavaş azaldı. Peki bedene dokunan bu cezanın yerine ne geçmelidir? “Madem ki bedene değil, o hâlde ruha müdahale edilmektedir. Bedeni kudurtan kefaret cezasının yerine kalp, düşünce, irade, ruhsal durum üzerine derinlemesine etki eden bir ceza geçmelidir.” Bu ruhsal ceza verilirken yargıçlar sadece o kişinin suçu işleyip işlemediğine bakmaz, artık işin içine psikologlar, kriminologlar, uzmanlar da girer, yargıcın yanında bu sistemin bir parçası haline gelen bu bilim insanları normal bir bireyin nasıl olması gerektiğini tanımlarlar yani normları oluştururlar. Yani modern ruh insan bilimlerinin yakın zamanlı bir icadı olarak bilimsel bir nesne gibi ele alınır. Bu sebeple bilgi ve iktidar birbirinden ayrılamayacak şekilde iç içe geçmiştir yani iktidar ilişkileri dışında bir bilgi oluşturulamayacağı gibi, bağlantılı bir bilgi alanı olmadan da iktidar ilişkisi kurmak mümkün değildir. Yani bu ruha dokunan mahkumiyet sisteminin hizmet ettiği şey bilimsel bilgi dahilinde normlar oluşturmak gerektiğinde ıslah etmek ve iktidarın gücünü onaylamaktır, ancak günümüzde kral veya tek kişinin egemenliğindeki bir güç olmadığından bu iktidar artık toplumsal ilişkilerin tamamına yayılmıştır. İktidar herkesi yöneten kötü bir makam veya güç değil, iki kişi arasındaki insan ilişkisi haline gelmiştir. Bu ilişkilerdeki birinin davranışı diğerinin de davranışını belirler. Aynı “Beş Maymun” deneyinde olduğu gibi artık muza ulaşmak veya belirli söylem kalıplarından, iktidarın bize seyir ettirdiği “bilimsel” bilgi kümelerinin içinden düşünmemek mümkün değildir.
Sonuç olarak hapishane sisteminden başka bir sistem düşünülemeyecek, düşünülse bile ciddiye alınmayacaktır. Burada kastedilen iktidarın bizi sıkı sıkıya iplerle bağlayıp bizi bir sisteme mahkum bıraktığı değildir, kesin gibi görünen varlığını doğal süreçlerden alındığı sanılan sistemler doğal süreçlerinde değil tarihsel ilerlemenin bir sonucudur. Ve biz, bizi bu sistemlere mahkummuş gibi gösteren bu sistemlere mahkum değiliz.